Şizofreni Dernekleri Federasyonu

Bilgi ile Değişim Mümkün

 


Şizofreni tanısı alan bireyler tedavi ve sosyal destek ile iyileşirler, çalışabilirler ve tehlikeli değildirler. Şizofreni hastalığı gen ve çevre etkileşimi ile genellikle genç yaşlarda karşılaşılan bir hastalıktır. Hastalık hakkında bilgi edinmek bu hastalığı yaşayan bireyler ve aileleri için olduğu kadar konuyu merak eden ve kulaktan dolma bilgilerle yetinmek istemeyen tüm bireyler için önemlidir.

Bilgi edindiğimizde şizofreni hastalığına ilişkin önyargılara ve ayrımcılığa karşı meydan okumaya başlarız.  Tedavi sürecinin  önemli unsurlarını anlamak ve  iyileşme sürecine katkıda bulunmak için konuyu öğrenmek durumundayız. Şizofreni hastalığı hakkında edindiğimiz bilgiler ile önyargılara ve ayrımcı tutumlara dur diyebiliriz. İlk başta sesimiz kısık çıkabilir ama dur demek için bir yerden başlamalıyız.  Bir kişinin şizofreni sözcüğünü yanlış bir şekilde ve yanlış bir bağlamda kullandığını duyduğumuzda ne yapabiliriz? Şizofreni tanısı alan bireylerin bu söylemlerden nasıl olumsuz etkilendiğini o kişiye doğru bir şekilde nasıl anlatabiliriz? Bu soruları çoğaltmak mümkün. Söz konusu medya olduğunda ise işler çeşitli nedenlerle daha da zorlaşıyor ama yine de önyargılara ve ayrımcı tutumlara dur demek mümkün.  

Medyanın konuyu doğru anlaması, konuya duyarlı yaklaşımı ve bu konudaki haberlere yer verirken kullandığı dile özen göstermesi; şizofreni tedavisi gören bireylerin hayatlarını çok olumlu etkileyecektir. Şizofreni tedavisi gören bireylerin tehlike ile özdeşleştirildiği haberlere meydan okuyan  makaleler, yazı dizileri ve röportajlar  okumak sayesinde konuya toplumun da daha duyarlı yaklaşması söz konusu olabilecektir. Şizofreni tedavisi gören bireylerin çalışabileceklerine ve başarı haberlerine yer veren bir gazete haberi, evinden çıkmak istemeyen, tanısı nedeniyle utanç duyan veya tedaviyi yarıda bırakan bir bireye umut ışığı olabilir. Aynı zamanda böyle bir haber bir işverenin şizofreni tedavisi gören bireyler hakkındaki düşüncelerini değiştirebilir.

Şizofreni tedavisi gören bir birey önyargılardan, ayrımcılıktan ve damgalamadan çok fazla zarar görmektedir.  Bu zararlar ve kayıplar kişinin yaşamdan soğumasına, yapabileceklerinden uzaklaşmasına neden olmaktadır.  Şizofreni tedavisi gören bir bireyin öyküsünü bilmek, onun yaşadığı zorluklardan haberdar olmak ve kişiye destek olmak bazen o kişiyi dinleyerek, anlayarak ve  bazen de toplumda yanlış bilinenlere karşı dur diyerek mümkündür.  

Önyargıların ve ayrımcılığın olmadığı bir dünyada; şizofreni tedavisi gören bir birey özgüvenini kaybetmeyecek, arkadaş çevresinden soyutlanmayacak, ailesi tarafından yalnız bırakılmayacak, işverenlerin anlayışsızlığı ile boğuşmayacak ve belki de en önemlisi tedavi konusunda çok kararlı olacaktır.

Düşünmemiz gereken soru: “Şizofreni tedavisi gören bir bireyin hayatını olumlu anlamda etkilemek ve değiştirmek mümkün mü? Bu değişim nasıl gerçekleşir ve ben bu konuda  ne yapabilirim? “  Üniversite öğrencilerinin, işverenlerin, medya mensuplarının, öğretmenlerin bu soru üzerinde durdukça yeni sorular soracaklarını  ve konu ile ilgili daha çok bilgi edinmek isteyeceklerini düşünüyorum. Şizofreni tedavisi gören bir birey ile hiç tanışmamış olsanız da şizofreni hastalığı hakkındaki önyargılara ve ayrımcılığa dur demek istediğinizi hayal ediyorum… 

Sevgili Sibel Aksüt' e ve Emsal Dirlik'e bu dileğimin sadece  hayal olmadığını ve gerçekleşebileceğini gösterdikleri için çok teşekkür ediyorum. İyileşme Mümkün blog adresi ile düşünmemiz gereken soruların çoğalacağını ve şizofreni tedavisi gören bireylere ilişkin ayrımcı tutumların sona ermesine katkıda bulunacağımıza inanıyorum.

                                                                                                                     Yasemin Şenyurt

                                                                                                            18.04.2021

Mavi At Fotoğraf Topluluğu

 



 

Şizofreni Hastaları ve Yakınları Dayanışma Derneği’ne gelerek bizlere fotoğraf çekmekle ilgili kapsamlı bilgiler vermeye ve fotoğraf çekmeye bizi davet eden Fazlı Öztürk ile çalışmaya başladık. Yıllar içinde derslerimiz, gezilerimiz ve sergi hazırlıklarımız bizleri öyle çok mutlu etti ki kendimizi Mavi At Fotoğraf Topluluğu olarak adlandırdık. Şu ana dek üç sergi açtık: Sonbahar, Biz Şizofreniz ve Anraç…

Sonbahar sergisi ilk sergimizdi ve serginin temasını Asuman Kuzlu önermişti. Toplum ve Şizofreni Sempozyumu 2012 yılında ilk kez gerçekleştiğinde ilk sergimizi Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde açtık. Bu sergi  her birimiz için heyecan verici bir gelişmeydi. Daha sonra  Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde Biz Şizofreniz sergisini açtık.

Mavi At Fotoğraf Topluluğu’na  Fazlı Hoca’nın arkadaşları, öğrencileri de katıldılar. Topluluk olarak sadece fotoğraf çekmeyi amaçlamıyorduk, hayata dair konuşuyor, sunumlar izliyor, Ankara’da açılan sergilere katılıyor ve kedilere yuva yapıyorduk birlikte. Okuduğumuz kitapları, yazdığımız şiirleri birbirimizle paylaşıyor ve toplantılarımızda birbirimizi can kulağı ile dinliyorduk.

2019 yılında üçüncü sergimiz olan Anraç’ı açtık. Uluslararası Toplum ve Şizofreni Kongresi’nde açılan sergimiz hakkında yazdığım yazımı paylaşıyorum:

 

ANRAÇ MI?

         
"[...] gerçekliğin insan yaşayışında ne kadar az yer tuttuğunu [...]"

Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı

Bilge Karasu

 

Yıllar yıllar önce bir gün Fazlı Öztürk derneğe geldi ve hep birlikte oturup fotoğraf hakkında konuşmaya başladık. Derneğe gelirken elleri hep doluydu; bazen şarj aleti bazen fotoğraf makineleri bazen de kestane veya patlamış mısır ile gelirken yüzündeki kararlılık, yüreğindeki ferahlık bizlere yansıyor, sohbetlerimizi her hafta daha çok özlüyorduk. Bir gün dedi ki böyle konuşmak güzel ama bir gün hep birlikte fotoğraf çekmeye gidelim. Yaz kış demeden parklara gittik, ilkbaharda çilek yedik, sonbaharı Asuman arkadaşımızın önerisiyle ilk sergimizin konusu haline getirdik. Fotoğraf dersi değildi bu, daha öte, daha güzel, daha anlamlı bir buluşmaydı. Sergilerimizin ikincisi Biz Şizofreniz gerçekleşirken kendimize inanamadık. Fotoğraf dersleri için Mavi At Kafe’de buluşmaya başladık. Yaratıcılıktan, sanat akımlarından ve sanatın hayatla bağından konuştuk. Fotoğraf çekme eylemi bir süre sonra makinesiz de gerçekleşmeye başladı.

Sahiden nedir bir fotoğraf? Sahiden nedir kadraj? Sahiden nedir kapılmak, vurulmak, yaralanmak? Neden bazı fotoğraflar çok iz bırakır bizde, neden delip geçer içimizi? Sorular, sorular, sorular… Fazlı Hoca gelecek mi? Bu hafta fotoğraf var mı? Ben makinemi getiremedim. Yansıma mı çekecektim? Benim konum ne olacak? Sorular, sorular, sorular…Soruları sevdik.

Ve bir gün yeniden çalışmaya başladık. Melih Cevdet Anday’ın Rahatı Kaçan Ağaç şiirinden esinlendik. Rahatımız kaçtı, huzursuz olduk ve zaman zaman fotoğraf çekmeyi bıraktık. Fazlı Hoca geldi; elinde Richard Bach’ın Martı kitabı, onu okudu bize ve siz olsaydınız ne düşünürdünüz dedi. Fotoğrafı unuttuk, yaşamdan konuştuk. Ve bir gün yeniden şarj etme gücü bulduk makinemizi, dışarı çıktık ve deklanşöre bastık. Bu çok heyecanlıydı.

Gökte aradığımız güneşi yerde tebeşirle çizilmiş buluyor ve deklanşöre basıyorduk. Fotoğraf çekmiyorduk sanki… An somut ve özel bir hale geliyordu. Anı durdurup “işte tam da bu” diyorduk. Anda tutulduğumuz ve o anı belirgin kıldığımız bir araçtı fotoğraf makinesi. İşte bu yüzden bu sergi bizim için ANRAÇ…

Hissettiklerimize, dönüştürdüklerimize ve durgunluklarımıza saygı duyan Fazlı Hoca’ya ve fotoğraf derslerinde emeği geçen her arkadaşımıza ve Şizofreni Dernekleri Federasyonu’na teşekkürler…

 

Yasemin Şenyurt

2019

Ankara

 

İyileşme Yolcuları Mola Süreniz Bitmiştir

 



 

Ruh Sağlığında İyileşme

Bilimsel ve Klinik Sorumlulukların Yeniden Şekillendirilmesi Kitabı Hakkında:

 

Şizofreni Dernekleri Federasyonu tarafından yayımlanan Ruh Sağlığında İyileşme kitabını duydunuz mu? Okumak ister misiniz? O halde sizi Mavi At Kafe Kültür ve Yaşam Ortamı'na davet ediyoruz. Bu kitabın tüm geliri şizofreni hastaları için çalışan Şizofreni Dernekleri Federasyonu'na aktarılıyor. 

Siz şu anda şizofreni ile hiç ilgisi olmayan bir birey olabilirsiniz. Şizofreni tedavisi gören bireylerin yaşadıklarından habersiz olabilirsiniz. Psikolog, psikiyatrist, sosyal hizmet uzmanı da olmayabilirsiniz. Konudan uzak kalmak mı yoksa bir adım atarak ruh sağlığı konusunda farkındalık kazanmak mı istersiniz? Bu kitap ile hayatınızın değişeceği aklınızın ucundan geçmiyor olabilir. Bu kitabın sayfaları arasında ruh sağlığı sorunu yaşayan kişilerin umutsuzluklarını nasıl aştıklarından, umut etmelerinden, olumlu benlik algısı kazanmaya başladıkları anlardan, dayanıklılıktan ve yetkinleşmeden söz edildikçe iyileşme kavramına bakışınız değişecek. 

İyileşme kavramını sadece hastalık kavramıyla ilişkili olarak değerlendirirken bu kitapla beraber iyileşme kavramını hayatla beraber düşüneceksiniz. Her an her birimizin ruh sağlığında bir sorunla karşılaşabileceği olasılığına açıksanız bu kitapta o sorunların nasıl aşılabileceğine dair farklı yolculuklara çıkacaksınız. 

Size iyileşme garantisi veren bir kitap değil bu kitap. Pratik, bir çırpıda, beş dakikada iyileşme reçeteleri sunmuyor. Daha anlamlı, daha güçlü bir iz bırakıyor okuyanlarda. İyileşmek için emek, zaman, umut, dayanıklılık gerekir diyor. İyileşmek için akran desteğinin önemini vurguluyor. 

İyileşmenin doğrusal bir seyri olmadığını düşünürken buluyorsunuz kendinizi. Senelerdir bu işe kafa yoran uzmanlar için, hasta yakınları ve ruhsal sorun yaşayan kişiler için ve bu konudan uzak kalmak istemeyen, Mavi At'ın öyküsünü merak edenler için de eşine zor rastlayabileceğiniz bir kitap. Kitaba internetten ulaşmanız da mümkün ama yazımın başında olduğu gibi sizi şizofreni tedavisi gören bireylerin çalıştığı kafemize davet ediyorum. Ruh Sağlığında İyileşme kitabını Türkçeye kazandıran çeviri editörü Haldun Soygür'e Türkiye'de pek çok kişinin iyileşmeye bakışını değiştirdiği ve değiştireceği için çok teşekkür ediyorum. 

www.sizofrenifederasyonu.org

Mavi At Kafe Kültür ve Yaşam Ortamı: Mareşal Fevzi Çakmak Caddesi 31/8 Beşevler

                                                                                                             Yasemin Şenyurt

                                                                                                     Kavakyeli Dergisi Sayı: 6

                                                                                         Kavaklıderem Derneği Sanal Yayını

                                                                                                                    Kasım 2017

Ruh Sağlığı Kooperatifleri Çalıştayı Hakkında

 







MAVİ ATLAR İÇİN :  CESARET, UMUT, GÜÇ 

 

27-28 Haziran 2019 tarihlerinde Ankara Üniversitesi Eczacılık Fakültesi 50. Yıl Salonu’nda Ruh Sağlığı Kooperatifleri Çalıştayı’nı düzenleyen Şizofreni Dernekleri Federasyonu 29-30 Haziran tarihlerinde de Uluslararası Toplum ve Şizofreni Kongresi’ni Birlikte teması ile gerçekleştirdi. Ruh Sağlığı Kooperatifleri Çalıştayı’nın merkezinde Mavi At bir adım daha ileri nasıl gidebilir sorusu vardı.

Şizofreni Dernekleri Federasyonu Başkanı ve Türkiye’de bir ilk olan Mavi At Kafe’nin kurucusu Doç. Dr. Haldun Soygür, açılış konuşmasında kooperatif düşüncesinin kendisine heyecan vermesinin en önemli nedeninin birlikte hareket etmeye bizi davet etmesi olduğunu söyledi. 2006 yılından bu yana çalışan Şizofreni Dernekleri Federasyonu’nun sıradışı bir örgütlenme olduğunu çünkü ruh sağlığı çalışanlarının, ailelerin ve gönüllülerin ciddi bir birliktelik içinde olduğuna değindi.

2009 yılında Ankara’da açılan Mavi At Kafe’nin damgalamaya karşı bir meydan okuma ve bir tür kooperatif olduğunu söyledi. Mavi At’ın herkesin içindeki yeteneği keşfetmek ve herkesin yeteneğine göre üretmesini sağlamak amacının önemli olduğunu belirtti. Mavi At ile sağaltıcı topluluk ilkelerini yaşama geçirmiş olduğumuzu da vurguladı.

Dr. Franco Basaglia’nın öğrencisi Giovanna Del Giudice, 2017 ve 2018 yıllarında bizlerle buluşmasından bahsederek konuşmasına başladı ve buluşmanın kendisi için önemini şöyle özetledi: “Hukuktan, özgürlükten, iyileşmeden, ciddi ruh sağlığı olan insanlardan, kırılgan insanlardan bahsediyorduk, özgürlük ve iyileşme için insanlar emek veriyorlardı. Buluşmalar sayesinde yaptıklarımızı karşılaştıracağız ve ortak programlar oluşturmaya çalışacağız. Deneyimlerin paylaşılmasına çok önem veriyorum. Kimse gerçeğin tekeline sahip değildir.” Kendisi Dr. Franco Basaglia’dan söz ederken hocasından çok şey öğrendiğini ve Basaglia’nın kendisine sınırların ve uzmanlıkların ötesine geçmeyi öğrettiğini vurguladı.

Basaglia Devrimi’nde Sosyal Kooperatiflerin Önemi konuşmasında Mavi At’ın 1972 yılının Ekim ayı ile 1973 yılının Şubat ayları arasında dünyaya geldiğini söyledi. 1971 yılının Ağustos ayında Trieste’ye gelen Basaglia, psikiyatride geleneksel öğretilere maruz kalmamış yeni mezunlardan oluşan bir grup oluşturdu ve aynı zamanda bir akıl hastanesinin müdürü oldu. Akıl hastanelerinin iyileştirilemeyeceği ve bu nedenle tamamen ortadan kalkması gerektiği düşüncesiyle çalışmaya başladı. Bu yeni mezun grubu kendisi yetiştirmeye karar verdi. 1972 yılında akıl hastanesinin bir bölümünü kapatarak bu bölümde sanat etkinliklerinin gerçekleştiği bir ortam yarattı. Bu ortamda sanatçılar, ruh sağlığı sorunu yaşayan kişiler, doktorlar birlikte tartışarak burada ne üretileceğine sorun yaşayan kişilerin karar vereceği sonucuna vardılar. Hastanede kalan kişiler çamaşırları içeri taşıyan atı çok seviyorlardı ve bu sevginin kaynağında atın kendilerine gerçek hayattan bir şeyler getiriyor olması vardı.  Kısacası at onlar için hayatla ilişki kurmalarını sağlayan bir canlıydı.

Herkes bu attan yani Marco’dan bahsediyordu. Şubat ayında Mavi At çok güzel bir şekilde dünyaya geldi. Mavi At’ı şehre getirmeye karar verdiler. 600 kişi Mavi At ile şehre geldi ve bu 600 kişi aslında akıl hastanesindeki çelişkileri, acıları da Trieste şehrinin merkezine getirdi. O günlerde hastalar ilk defa hakları ve özgürlükleri olan bireyler haline geldiler. Bazı hastane çalışanları o dönemde Trieste akıl hastanesindeki şiddeti el ilanlarına yazdılar ve bu ilanı insanlara dağıttılar.

Marco adındaki at Trieste’ye bir şeyler anlatmaya çalışıyordu: Eğer biz insanların ruh sağlığını iyileştirmek istiyorsak onları hakları olan özgür bireyler olarak tanımamız gerekiyor. O günden itibaren mavi at ezilenlerin simgesi haline geldi.

 

Dr. Basaglia hastanede kalan kişileri çalışırken gördüğünde bu kişiler işçi olarak kabul edilmelidir düşüncesini ileri sürdü ve Basaglia Devrimi’nin ilk yılında kooperatifler için ilk adımlar atıldı. Bu dönemde hukuksal bazı sorunlar ortaya çıktı. Ruh sağlığı sorunu olanlar nasıl işçi olarak kabul edilebilir konusu tartışılmaya başlandı. Kişilerin anlaşılamaz, tehlikeli, üretemez oldukları akıl hastanelerinin temel paradigmasıydı. Akıl hastaneleri hem bu kişilerin böyle olduğunu ileri sürüyor hem de onları çalıştırıyorlardı. Bu durum Basaglia’nın karşılaştığı ilk çelişkiydi.

 

1971 yılının Aralık ayında ruh sağlığı sorunu olanlar için ilk kooperatif oluşturuldu. Eskiden uğraş terapisi çerçevesinde çalışıyorlardı. Kooperatiflerle birlikte bu kişilere çalışmaları karşılığında para ödenmeye başlandı. İlk kooperatif olan Birleşmiş İşçiler Kooperatifi bugün hala işlerliğini sürdürmektedir. İnsanın işinin olması her şeyden önce kişinin kendisine saygısı olduğu anlamına gelir. Parası olan kişi de günlük ihtiyaçlarını karşılayabilir, evinin kirasını ödeyebilir. İşin olması sadece gelir anlamına gelmemektedir; aynı zamanda ilişkiler içine gireceği bir ortam ve bağımsızlık anlamına gelmektedir. Bir anlamıyla iş; insana içinde bulunduğu topluma katılabilme, toplumun parçası olma imkanını verir ve toplumda olumsuz bir şekilde etiketlenmesine engel olur açıklamasıyla sözlerini sürdüren Giovanna Del Giudice; Trieste halkının kooperatif sayesinde ruh sağlığı sorunu yaşayan kişilere bakış açısının değiştiğini söyledi.

1980 yılında Trieste’de akıl hastanesi kapandı ve Trieste’de yeni sosyal kooperatifler oluşmaya başladı. Avrupa Birliği’nden alınan desteklerle birlikte oluşan bu kooperatiflere örnek vermek gerekirse Çileğin Yeri ilk olarak akla gelmektedir. Yeni kurulan kooperatiflerde karşılaşılan en büyük sorunun üretilen ürünün, üretilen mekanın, ruh sağlığı sorunu olan insanlarla ilişkinin niteliği olduğunu söyleyen Giudice’nin sözleriyle “Öyle bir iş ortamı oluşturmalıydık ki estetik ve insan ilişkileri açısından güzel ve gerçek üretimin yapıldığı bu mekana çok farklı kesimlerden insanlar gelebilmeliydi”

La Collina Kooperatifi’nden gelen Margherita Bono ise kendisinin sosyolog ve kooperatifin yönetim kurulu üyesi olduğunu söyledi. Bono, katı bir şekilde normal ve normal olmayan ayrımı yapılmasını eleştirerek: “Bugün benim için herkes normal ya da hiç kimse normal değil” dedi. Şu anda kooperatiflerde iş buldukları insanların sadece ruh sağlığı sorunu olan kişiler olmadığından bahsetti. Kooperatif yasası belli kategoriler saptadı.  Dezavantajlı insanlar ve dezavantajı olmayan insanlar birlikte çalışmaya başladı.  

Sosyal bir kooperatifin kurulabilmesi için çalışanların en az %30’unun dezavantajlı olması gerekmektedir. Dezavantajlı kişi denildiği zaman örneğin şiddet gören bir kadın, uyuşturucu bağımlılığı olan ya da ruh sağlığı sorunu olan bir insan akla gelmektedir. Bu noktada Trieste’de şu anki sosyal kooperatif yasasında iki tür kooperatif mümkündür. Birinci türdeki kooperatif; dezavantajlı ve dezavantajlı olmayan kişilerin birlikte çalıştığı kooperatiflerdir. İkinci türdeki kooperatiflerde ise tedavi, sağlık, eğitim alanlarında dezavantajlı kişiler hizmet almaktadır. Sosyal Kooperatifler amaçları doğrultusunda kazançlarını kullanabilmektedir. Sosyal Kooperatiflerin kamunun yararını göz önünde bulundururken aynı zamanda şirket olduklarını vurgulayan Bono; dezavantajlı insanlara iş vermenin, onların özgürleşmelerine yardımcı olmanın ve bunu ticaret yaparak gerçekleştirmenin zor olduğunu da belirtmektedir.

 

La Collina Kooperatifi’nin 1988’de kurulduğunu söyleyen Bono;  atölye çalışmalarında en başta belediyelere bağlı kaldıklarını, uzun vadede pazarda kalmalarının çok zor olduğunu ancak bir süre sonra belediye adına Halkla İlişkiler Ofisi’ni işletmeye başladıklarını ve arşiv bölümünde de çalışmalar yürüttüklerini anlattı.  Yeni bir parti iktidara geldiğinde kooperatifin elindeki bütün işlerin gittiğini ve kendilerinin de yepyeni bir strateji uyguladıklarını söyledi. Yerel sağlık hizmeti veren birimlerle işbirliği yapmaya başladılar. Bir süre sonra belediye ile yeniden iyi bir ilişki kuruldu ve kooperatif belediyenin müzelerinde, kütüphanelerinde de işler yapmaya başladı. Kendisinden hizmet talep eden kuruluşlarla birlikte projeler geliştirmeye başladılar ve böylece La Collina sadece kendisine verilen bir işi yapan birim olmaktan çıktı.

Trieste’deki deneyimlerin paylaşılması bizim de Mavi At Bir Adım İleri konusunu daha etraflı bir biçimde tartışmamızı sağladı. Bu tartışma şu sonuçları beraberinde getirdi: Son on yıl içinde toplum temelli ruh sağlığı yaklaşımı benimsenmiş olsa da sorunlar hala sürmektedir. Toplum Ruh Sağlığı Merkezleri’nin eksik yanları olsa da bunlar kazanımdır. Sosyal kooperatiflerden yararlanmak için mevcut bir yasal zemin yoktur. Ticaret Bakanlığı ile ilişkiler geliştirilmesi gerekmektedir. Sağlık Bakanlığı’na çalıştay sonucunun bildirilmesi gerekmektedir. Ruh Sağlığı Yasası’nın çıkması gerekmektedir. Sosyal kooperatiflere avantajlar getirilmesi ile ilgili yasa için beraber çalışmak önemlidir. Şu anda Sosyal Kooperatif kurmanın avantajı yoktur ama birlikte çalışmalı ve sosyal kooperatiflerin diğer kooperatiflerden ayrılarak daha avantajlı hale gelmesi için yasa üzerinde durmalıyız.

Bu tartışma ve öneriler sırasında Giovanna Del Giudice’nin sözleri hepimize iyi geldi ve ben bu yazıyı o sözlerle noktalamak istiyorum: “Ruh sağlığı sorunu olan kişi çalışmaya başladığında farklı bir durum ortaya çıkıyor, bakış açısı değişiyordu. İnsanlar çalışan kişiyi şizofreni tedavisi gören biri olarak değil de işçi olarak görüyorlardı. Kişiler bu şekilde damgalanmaktan kurtulmaya başladı. Trieste’ye gitmenize gerek yok. Aynı durum Mavi At Kafe’de de var. Bugün öğle arasında Mavi At Kafe’ye gittik. Etrafımıza baktığımızda kimin doktor kimin psikolog veya kim dezavantajlı ayırt edebilecek durumda değildik.  Dolayısıyla sorunun çözümünde yapılacak en önemli şeylerden biri Türkiye’nin farklı yerlerinde Mavi At Kafe kurmak. Mavi Atlar çoğaldıkça Trieste’ye bakmanıza gerek kalmayacak. Mavi Atlara baktığınızda neler yapabileceğinizi göreceksiniz. Mavi At Kafe’nin kurulmasının ne kadar zorlu olduğunu da gördüm. Birilerinin cesur, umutlu olması gerekiyor ki mevcut kültüre başkaldırabilsin. Kim olacak bu cesur, umutlu, güçlü insanlar? İlk aklıma gelen kişiler aileler. Burada cesur, umutlu aileler gördüm ve bu yüzden zor değil. Sizler bunu yapabilirsiniz. Belki çok mücadele etmeniz gerekecek. Eğer cesur bireyleri arttırmak istiyorsak toplumda yapılması gereken en önemli şey ağlar oluşturmak. Çok sıkı bir ağ örmeniz gerekiyor.”

Yasemin Şenyurt

21.07.2019

Ankara

http://sizofrenifederasyonu.org/9621/mavi-atlar-icin-cesaret-umut-guc/

Mavi At Kafe Kültür ve Yaşam Ortamı 5 Haziran 2009 Tarihinde Açıldı

 


5 Haziran 2009 günü Şizofreni Dernekleri Federasyonu’nun iktisadi işletmesi ve aynı zamanda rehabilitasyon merkezi olarak Mavi At Kafe Kültür ve Yaşam Ortamı açılmıştır. Şizofreni Dernekleri Federasyonu Başkanı Prof. Dr.  Haldun Soygür, Mavi At’ın açılmasının nedenini  açıklıyor:

 “İstedik ki, tedaviden yarar gören ve tedavisi sürdürülen şizofreni hastalarına olanak sağlanırsa çalışabileceklerini cümle alem görsün. 

İstedik ki, bir şizofreni hastası kimliğini ifade ederken, çalıştığı yeri gururla söyleyebilsin, duyduğu hazzı ve çalışmanın gücünü iliklerinde hissetsin.

 İstedik ki, şizofreni hastalarının yakınları ,  umutsuzluk, çaresizlik, tükenmişlik duygularından arınıp, sadece kendi hastalarının değil diğer hastaların da dostu olsunlar. 

İstedik ki, bir üniversite öğrencisi sevgilisi ile kafeye geldiğinde ve hastalar tarafından ağırlandığında, aslında birbirimizden çok da farklı olmadığımızı yaşayarak hissetsin. 

İstedik ki, hayata ve şizofreni ile ilgili olumsuz önyargılara karşı bu meydan okuyuşumuz toplumu oluşturan bireyler tarafından anlaşılsın. 

Kafede sunulan hizmetlerin yanı sıra, üreticilik ve yaratıcılık içeren etkinlikler de düzenlendi. Film gösterimleri, yazarlarla imza ve söyleşi günleri, müzik dinletisi, ikinci el kitap satışı, hastaların ürünlerinin satışı gibi etkinliklerle kafe bir çekim merkezi haline getirilmeye çalışıldı. Çalışan hastaların gözle görülür olumlu değişimleri projeye omuz veren herkesin motivasyonunu daha da arttırmıştır.” 

                                                                                            Uykusuz Çocuklar: Şizofreni Yazıları

                                                                                                        Haldun Soygür  

                                                                                                      Okuyanus Yayınevi

                                                                                                    İstanbul      Nisan, 2010 


 

Onuncu Yılında Mavi At Kafe Kültür ve Yaşam Ortamı

Prof. Dr. Haldun Soygür ve Meral Taşkent 
Mavi At Kafe Kültür ve Yaşam Ortamı


 

Şizofreni hastalığı hakkında bugün daha çok şey öğrenmek isteyen kişiler öykülerimizi dinlemek, önyargılara yenik düşmemek için kafemize geliyorlar. Aileler, akademisyenler, üniversitelerin özellikle Psikoloji, Sosyal Hizmet bölümü öğrencileri (İletişim, Rekreasyon, Sosyoloji gibi bambaşka bölümlerde okuyan öğrenciler de geliyor.) ve şizofreni tanısından etkilenen bireyler için “yaşadıklarımızdan öğreneceklerimiz” olduğunu anlatan başka türlü bir yer Mavi At.

            Mavi At’a gönül veren kişiler mavinin özgürlüğün rengi olduğuna inanıyor. Trieste’den Dr. Basaglia’nın devriminden esinlenen Mavi At koşuyor…  

Dayanışmanın büyüsünü hissetmek ve hayata karışmak için her birimizi özenli olmaya davet ediyor.  “Dünyayı olduğundan daha güzel bir hale getirmek” zor bir görev ama Mavi At bunun imkansız olmadığını on senedir deneyimliyor.  

Mavi At Kafe’de gerçekleşen film gösterimlerinde ya da kitap imza günlerinde kafede çalışan bireylerin çabasından, ilgisinden ve azminden etkilenen çoğu kişi “bizim sizden öğreneceğimiz çok şey var” demektedir. Tanı alma sürecini, dernek ve Mavi At ile tanışma öyküsünü anlatan bireyler de genellikle “nasıl bu kadar güçlüsünüz” sorusu ile karşılaşmaktadır. Her bireyin öyküsü farklı olsa da bu soruya cevap veren kişiler kendilerinin ve ailelerinin çabalarından ve Mavi At’ın kendilerine çok iyi geldiğinden bahsetmektedirler. 

Mavi At Kafe Kültür ve Yaşam Ortamı açıldığı yıldan bu yana Kitapkakan okuma grubuna ev sahipliği yapmaktadır. Bu gruptan bir kişiye Mavi At Kafe hakkında düşüncesini sorduğumuzda şöyle dedi: “Mavi At Kafe'ye, okuma grubumuz, Kitapkakan'dan dolayı geldim. Müdavimlik ne hissettirirse, ben de onun rahatlığı içindeyim. Bir de uyum. Kafe'de çalışan arkadaşlarımızla, ortamla uyum halinde olduğumuzu söyleyebilirim. Her zaman, güleryüzle, nazik karşılanıyoruz. Ticari işletmelerdeki yabancılık duygusu yok. Bir aidiyetten bile söz edebilirim.” Mavi At Kafe Kültür ve Yaşam Ortamı’nın bir başka müdavimi ise şöyle düşünüyor: “Mavi At Kafe'ye geldikçe gördüm ki, şizofreni hastaları benim tahmin ettiğimden çok daha fazla kendilerine yetebiliyorlarmış hayatta.”

Şizofreni tanısı alan bireylerin işe başvurmaktan çekindikleri ve dışlanmaktan yoruldukları dönemde Türkiye’nin başkentinde Mavi At Kafe Kültür ve Yaşam Ortamı; şizofreni tanısının yaşamın sonu anlamına gelmediğini haykırmaya devam ediyor. Kafeye gelerek yaşama karışmakla ilgili korkularını en aza indirgeyen arkadaşlarımızın çoğu şu anda devlet memuru.  Kafeye gelerek iyileşme ile ilgili sorumluluk alan arkadaşlarımız aynı zamanda kendilerini en iyi ifade edebilecekleri alanın keşfi ile meşgul.  Bu alan kimi zaman fotoğraf, kimi zaman ise şiir olabiliyor. İyileşmek ile ilgili sorumluluk almak ve özgür olduğumuzu hissetmek bizleri Mavi At’da buluşturuyor.

Tüm bunlara ek olarak, Türkiye’de henüz sosyal kooperatif kavramının, aynı zamanda ruh sağlığı kooperatifi kavramının, yasal alt yapısı olmasa da bugüne dek Şizofreni Dernekleri Federasyonu’nun bir işletmesi olarak hizmet veren Mavi At Kafe Kültür Yaşam Ortamı’nın verimliliğini ve sürdürülebilirliğini daha da artırmak amacıyla kooperatifleşme süreci düşünülmektedir. Kooperatifleşmenin anlamı ve büyüsü, kurum ya da kuruluş (yapı) kar etse de, çalışanların emeklerinin karşılığı ödendikten sonra elde edilen karın yine aynı amaç için kullanılacak olmasındadır. Kooperatifleşme sürecinin hayata geçirilmesinin Mavi At’ın hep koşabilmesini sağlayacağına inanıyoruz!

Yasemin Şenyurt


Mavi At Kafe Çalışanlarının Düşünceleri

 


Mavi At Kafe’de üç yıldır çalışan bir arkadaşımız düşüncelerini şöyle ifade ediyor:

“Mavi At Kafe’de çalışmak bana çok iyi geldi. Arkadaşlarımdan çok şey öğrendim. Kafede servis yapmayı, masa düzenini, insanlarla daha güzel diyalog kurmayı öğrendim. Kafenin faturalarını yatırıyorum, kafe için alışverişe gidiyorum, temizlikte de görev alıyorum. Dernek ve kafe sayesinde arkadaşlarım oldu. Burada birbirimizle işleri paylaşıyoruz, sohbet ediyoruz. Yabancı dil konuşan ve çalışan arkadaşlarımızdan sözcükler öğreniyoruz. Dışarıdan Mavi At’ı bilmeyen biri geldiğinde gelenlere güler yüzle hoş geldin diyoruz. Öğrencilerin, kitap okuma grubunun gelmesinden çok mutlu oluyoruz. Bazen bize kafeyi, kendi öykümüzü soruyorlar, anlatıyoruz.”

Kafenin açıldığı 2009 yılından bu yana çalışan bir başka arkadaşımız ise şöyle düşünüyor: “Mavi At Kafe’de güzel bir çalışma ortamımız var. Kafede sorumluluklar alıyor, kafemizi kalkındırmaya çalışıyor ve arkadaşlar olarak birbirimizi daha iyi tanıyor ve daha iyi nasıl olabiliriz konusunda tartışıyoruz. Kafemize sade vatandaşlar da geliyor ama daha çok öğrenciler ve şizofreni rahatsızlığından etkilenen kişiler ve aileleri geliyor. Kafemizde düzenlenen çeşitli etkinliklerde öğrencilere veya şizofreniden etkilenen bireylere kendimizi anlatıyor ve şizofreni hastalığının doğru anlaşılmasına, şizofreni hakkındaki bakış açısının değişmesine çalışıyoruz.”

2009 yılından bu yana çalışan başka bir arkadaşımız kendisindeki değişimi şöyle özetliyor: “Mavi At Kafe’de çalıştığım süre içinde kendimi çok iyi hissettim. Kendime olan özgüvenim arttı. Pozitif enerji dolu hissettim. Dostluk, birliktelik, dayanışma gelişti. Arkadaşlığın önemini öğrendim. Gizemli duygular hissettim. Yalnızlığım gitti. Kendimi güçlü hissedip kendime değer verdim. Kendimi kişilik olarak güçlü hissettim. Öncelikle hayatın gerçeklerini öğrenip hayatı dolu dolu yaşadım. Hayattaki işlerimi planlı bir şekilde ve konsantre olarak yaptım. Sosyal salah halinde oldum. Karış karış yaşama girdim. Kendimi geliştirdim, üretici ve verimli olmaya başladım.”

Mavi At tişörtlerinin yaratıcısı da şöyle söylüyor:

“Çalıştıkça, bir şeyler yarattıkça, birilerine yardımcı olunca kendime olan güvenim artıyor.”

 

 

 

 

Medyada Ruhsal Hastalık (Televizyon, Filmler ve Çocuk Programları)

    Ruhsal hastalığın televizyondaki sunumu gazetelerden farklı mıdır? Etkileri daha mı az, yoksa daha mı çoktur?
    Ruhsal hastalık ile ilgili televizyonda yansıtılan imajda, farklı ülkelerde öngörülebilecek bir benzerlik vardır. ABD'de televizyonun en çok izlendiği saatlerin yüzde 73'ünde, ruhsal hastalığı olan karakterler, saldırgan bireyler olarak gösterilmiştir. Hemen hemen aynı şekilde, Yeni Zelanda'da televizyonun en çok izlendiği saatlerdeki dram dizilerinde, ruhsal hastalığı olan karakterlerin dörtte üçü, fiziksel anlamda saldırgan olarak gösterilmiştir. Bu karakterler ayrıca, ‘sığ veya kavrama yetisi düşük olan, şaşkın görünen, ne yapacağı öngörülemeyen, üretken olmayan, asosyal, kırılgan, beceriksiz davranışlarından dolayı kendine veya başkalarına tehlike arz eden, güvenilmez ve sosyal olarak dışlanmış’ kişilerdir.
    Bütünüyle bakıldığında, gazete içeriğinde gördüğümüz dağılım yani ruhsal hastalık hakkındaki yayınların yarısı illa dörtte üçü arasındaki bir oranın sadece şiddete odaklanması televizyon programlarında da karşımıza çıkmaktadır. Bunun önemi var mıdır? Genel halk, çoğunlukla ruhsal hastalığı olan insanlarla kurdukları doğrudan temasa dayanan, ruhsal hastalığın gerçekliği ile ilgili algıları ve ‘medya hikayeleri’ arasındaki farkı görebiliyor mu?
    Ruhsal hastalıkların ne olduğuna ve ne anlama geldiğine dair televizyon programları önemlidir. Çünkü bunlar çoğu kişi için, ruhsal hastalıklar ile ilgili temel bilgi kaynağıdır. ABD'de yapılan çalışmalar, insanların yüzde 87'sinin televizyonu esas bilgi kaynaklarından biri olarak gördüğünü ortaya koymuş, buna karşın yüzde 51'i arkadaşlarının ve yüzde 29'u ise sağlık uzmanlarının bu işlevi gördüğünü söylemiştir. Medyanın çizdiği imaj ve ruhsal hastalığı olan insanların kişisel tecrübeleri örtüşmediği zaman ne olmaktadır? Bu konuda çok az şey yazılmıştır ancak bir çalışma beklenmedik bir biçimde medyanın yansıttığı imajın kişinin kendi tecrübesinin önüne geçebileceğini ortaya koymuştur. Televizyon bu nedenle önemlidir.
   Filmler de önemli midir? Filmlerde ruhsal hastalık tanısı almış kişilerin nasıl gösterildiğine dair gerçekleştirilen en kapsamlı değerlendirmede, 10 yıl boyunca yüzlerce prodüksiyon dikkatlice analiz edilmiştir. Bu incelemenin yazarı şu sonuca varmıştır:
Medyada çizilen imaj doğru değildir. Ruhsal hastalığı olan insanları, farklı, tehlikeli ve gülünç olarak tanıtıyorlar. Psikiyatri terimleri ya yanlış ya da gelişigüzel kullanıyorlar. Ruhsal hastalığın medyada anlatımının, ruhsal hastalığı olan insanların hayatları ve psikolojik bozuklukları olanlara karşı diğer insanların davranışları üzerinde önemli ve yaygın sonuçları vardır. İnsanlar ruhsal hastalıklar hakkında kitlesel medyadan gördüklerinden ve duyduklarından bilgi sahibi oluyorlar.
     Somut bir örnek verecek olursak Alman araştırmacılar The White Noise (Beyaz Gürültü) filminin, seyredenler üzerindeki etkilerini incelediler. Bir grup film izleyicisi, filmi izledikten önce ve sonra şizofrenisi olan insanlara karşı tutumları açısından değerlendirildiler. Tahmin edildiği gibi filmi gördükten sonra olumsuz kalıp yargılar güçlenmiş ve sosyal mesafe artmıştı. Fiillerin temaları üzerinde yapılan bir incelemede, şu kalıp yargılardan birine dahil olan çeşitli ortak kalıplar belirlenmiştir: ‘asi özgür ruhlar, katil manyak, baştan çıkaran kadın, toplumun aydınlanmış üyeleri, narsist parazit ve tımarhanelik numune.’ Diğer medya türlerinde olduğu gibi istisnalar vardır. 'sapık katil' baskın karakter olmakla birlikte, ‘mizah’, hoşgörülük de rol yapma’ ve ‘zavallı şeyler’ gibi küçük rollerde filmlerin konusu ve etkisi hakkında bildiklerimiz özetlenirse daha önce gazeteler ve televizyon hakkında gördüklerimizle verilen mesaj esasen aynıdır: Başrolde şiddet vardır ve tedavi/bakım ve insan hakları konularına neredeyse sahne arkasında küçük roller verilmiştir.
    Yetişkin kimselere basılı ve görsel medya yolu ile mevcut ve olumsuz görüşleri ile uyumlu bir takım bilgiler sunuluyorsa, çocuklar böylesi bir durumdan uzak tutuluyorlar mı?
    Çocuk medyasında, ruhsal hastalık ile ilgili referansların ve gösterimlerin son derece yaygın olduğunu, büyük ölçüde olumsuz olduğunu ve ruhsal hastalığı olan karakterlerin, sevimsiz, şiddet dolu ve suçlu olarak yansıtıldığı ortaya konuldu. Bu imajlar ‘tipik olarak küçümsemek ve alay etmek’için kullanılmıştı. Yapılan atıflar özellikle çocuk filmlerinde daha da yaygındı, bunların üçte ikisinde ruhsal hastalık özellikleri taşıyan karakterler vardı ve bunların çoğu (yüzde 67) bu kişileri saldırgan bireyler olarak yansıtıyordu.
    Daha ayrıntılı olarak gerçekleştirilen bir Kanada araştırması, çocuklar için yapılan animasyonlu Disney filmleri araştırmış ve bu eğilimin daha da abartılı olduğunu saptamıştır: Yüzde 85'i, ruhsal hastalığa sözde atıflarda bulunmuş ve bu sözler karakterleri ‘karalamak ve farklı göstermek’ için kullanılmıştır. Anlaşılan o ki, çocukların televizyon programlarında kullanılan kalıp yargılar, büyüklere yönelik prodüksiyonlarda kullanılanlarla esasen aynıdır, ancak ruhsal hastalık ile şiddet arasında kurulan bağlantı, çocuklar için yapılan programlarda daha da yaygındır.

Hazırlayan
Emsal DİRLİK

Kaynak:
Thornicroft G. Toplumun Reddettiği Ruhsal Hastalığı Olan İnsanlara Karşı Ayrımcılık, Soygür (Çev.ed.), Ankara: Şizofreni Dernekleri Federasyonu; 2014.

Görsel:
Pinterest (WebMD)

Toplumun Reddettiği Facebook Sayfası:

Şizofreni Dernekleri Federasyonu Facebook Sayfası:


Medyada Ruhsal Hastalık (Gazeteler)

    İnsanların çoğu, ruhsal hastalık hakkındaki bilgilerini ya bu koşullarda olan insanlarla temaslarından ya da kitle iletişim araçlarından edinir. Eğitim müfredatının herhangi bir bölümünde, ruhsal bozukluklar üzerine, dikkat çekecek kadar az sayıda resmi bilgi öğretilmektedir. Buna rağmen, ruhsal hastalığı olan insanlarla temas çok yaygındır. Ulusal çapta, Birleşik Krallık'ta hemen hemen 2000 kişi üzerinde yapılan, temsili örneklemle gerçekleştirilen bir araştırmada, 'ruhsal hastalığı olan birisini tanıyor musunuz?' sorusu sorulmuş ve yüzde 52'sinden evet yanıtı alınmıştır. 2003'te araştırma tekrarlandığında ve belirlenmiş yedi tanı hakkında aynı soru sorulduğunda, bu kez yüzde 77'si, belirli bir ruhsal bozukluğu olan en az bir kişiyi tanıdığını söylemiştir. Ruhsal hastalığı olan kişilerle doğrudan kişisel temasımız olduğunda bile, bu deneyimimizi yorumlamamız derin biçimde üç şeyin etkisi altındadir: bu tanıların ne anlama geldiği konusundaki bilgimiz, ruhsal hastalığı olan insanlara karşı hangi duygusal tepkilerin sosyal olarak kabul edilebilir olduğuna dair tutumlarımız ve ruhsal hastalığı olan insanlara karşı hangi tip davranışlara izin verildiği konusundaki anlayışımız. Bize ulaşan bilginin başlıca kaynağı kitlesel medya kanallarıdır, bu nedenle bu bilgi akışının içeriği (bilgi, tutumlar ve davranış) çok önemlidir.

Ruhsal hastalığın gazetelerdeki tasviri
   Ruhsal hastalık hakkında ne tür bilgiler yaygın olarak gazetelerde çıkmakta ve ne mesaj ile etmektedir? Bunun yanıtını verebilmek için şimdi elimizde güçlü ve istikrarlı kanıtlar vardır. Yeni Zelanda'nın tümünde titizlikle yürütülen bir çalışmada, ruhsal hastalık hakkında gazetelerde çıkan hikayelerin 1 aylık değerlendirmesi sonucunda 600 haber çeşidi bulunmuştur. Çıkan haberlerin yarısından fazlası ruhsal hastalığı olan kişileri tehlikeli olarak tanımlamış ve bunlarda görülen ana temalar, başkalarına yönelik tehlike (yüzde 61), suç işleme (yüzde 47), ön görünmezlik (yüzde 24) ve kendine yönelik tehlike (yüzde 20) gibi durumlardır. Bu gazete hikayeleri, ‘psikiyatrik hasta’, ‘akıl hastası’ veya 'ruh hastası' gibi genelleyici terimler kullanmışlardır.
    Kanada'da da çok benzer sonuçlar bulundu. Kanada'nın başlıca sekiz gazetesinden seçilen haberlerin içeriği, ruh sağlığı alanına özel, kitlesel dağılımı olmayan iki yayının içeriğiyle karşılaştırıldı. Gazeteler, ruhsal hastalığı ‘esasen âşağılayıcı denebilecek türde’ tasvir ediyorlardı. Beklenmedik bir bulgu da vardı: Gazeteler, toplum temelli ruh sağlığı hizmetleri hakkında, geleneksel ruh hastalıkları hastanelerine kıyasla, daha olumlu imaj sergilemişlerdi. 
    ABD'de 2002 yılında yapılan bir çalışmada, 3000'i aşkın ruhsal hastalık ile ilgili gazete hikayeleri sınıflandırıldı. Yine, hikayelerin, (yüzde 39'u) baş sayfalarda tehlikelik ve şiddete odaklandığı ve daha az sıklıkla tedaviye (yüzde 14) veya iyileşmeye (yüzde 4) atıfta bulunduğu gözlemlendi. Yazıların çok azı (yüzde 20) ruh sağlığı bakımı yatırımlarının eksikliği, iyi kalitede barınma yokluğu veya sigorta paritesi amacı gibi savunuculuk konularını kapsıyordu. İlginç olan; ruhsal hastalığın tüm diğer yanlarından çok sistematik olarak şiddeti vurgulama eğilimi yazarlar tarafından 'yapısal ayrımcılık' olarak tanımlanıyordu. Araştırmacılar aynı zamanda, ruhsal hastalık konusunda, halk arasında tüyler ürpertici derecede bir bilgi eksikliği olduğuna karar verdiler. 
    Şöyle bir sonuca varılmıştır: ‘Medyanın kalıp yargısal imaj yaratmada önemli etkisi olduğu kesindir. Ancak bu, ruhsal hastalığın damgalayıcı sunumlarını değiştirmek konusunda medyanın güçlü bir araç olabileceğini de ifade eder. 
    Bu olumsuz tarzda yayın trendine rağmen, yapılan bu çalışmaların çoğu aynı zamanda, az sayıdaki yayının gerçeğe oldukça uygun olduğunu ve ruhsal hastalığın olumlu yanlarını da yansıttığı belirtmektedir. 
    Az sıklıkla da olsa, gazeteler ruhsal hastalığı olan insanların ve ailelerinin deneyimlerine yer verirler. Bu nedenle basılı medyanın, ruhsal hastalık hakkında daima olumsuz davrandığını düşünmek bizi yanıltır.
    Böyle olmasına rağmen, bu bulguların tümü ele alındığında, aynı yöne işaret etmektedir: Gazetelerin ruhsal hastalık konusundaki içeriği doğru ve detaylı olmaktan yoksun olup şiddet olgusunu ruhsal hastalığın tüm diğer özelliklerinin üstünde tutarak vurgulamakta ve ruhsal hastalığı olan insanlara karşı önyargıyı güçlendirmektedir. Kısaca, ‘gazetelerde, ruhsal hastalığı olan insanlar hakkında çarpıtılmış bir sunum olduğuna dair yeterince kanıt vardır.’

Kaynak:
Thornicroft G. Toplumun Reddettiği Ruhsal Hastalığı Olan İnsanlara Karşı Ayrımcılık, Soygür (Çev.ed.), Ankara: Şizofreni Dernekleri Federasyonu; 2014.

Görsel:
gazeteapp.com

Toplumun Reddettiği Facebook Sayfası:

Şizofreni Dernekleri Federasyonu Facebook Sayfası:




Ruhsal Bozukluklara Karşı Aile Üyelerinin Tepkileri

  
 Ruhsal hastalığın belirtileri ilk ortaya çıkmaya başladığı zaman, kişinin yakınları genellikle durumu sağduyulu bir bakış açısıyla ele almakla işe başlarlar ve örneğin stresi önlemenin yollarını veya daha sağlıklı bir yaşam tarzı edinmeyi önerirler. Sağduyu etkili olmayınca, olağandışı konuşma ve davranış belirtilerini düşüncesiz ya da ‘kötü’ davranışlar olarak görmek ve suçlayıcı veya dırdırcı bir yaklaşımı benimsemek ikinci olağan tepkidir.

  Eğer ailede ruhsal hastalık ile ilgili doğrudan bir deneyim yoksa aile üyelerinin ruhsal hastalık hakkındaki temel bilgisi, herhangi bir kişininkinden fazla değildir. Birçok durumda bu, önyargılı dezanformansyonla karışık derin bir cehalet seviyesine denk gelir. Birçok araştırma, genel nüfusu oluşturan çoğu bireyin, örneğin ruhsal hastalık ile öğrenme engeli (zekâ geriliği) arasındaki farkı bilmediklerini göstermiştir. Bu olguda, aile üyelerinin ne diyeceklerini bilememesi anlaşılır bir durumdur.

  Aile üyeleri, kendilerini duygusal olarak kötü hissettikleri zamanların daha abartılı bir halini hayal ederek ciddi depresyonun nasıl bir his olduğuyla ilgili kişisel bir algı edinebilseler de, genellikle ailelerinden biri psikotik belirtiler yaşadığında ne olduğunu anlamak konusunda güçlük çekiyorlar.

  Yakınlarının başına gelenleri anlayamama duygusu ve durumu kendi deneyimleriyle bağdaştıramamak karşısında, aile bireyleri bazen de geri çekilme ya da çok üstüne gitme tepkisi verebilirler.

  Aile üyelerinin bakış açısından, ailede herkes için giderek daha anlaşılır hale gelen bir ruhsal hastalığın özellikleri hakkında doğrudan konuşmaya direnç göstermek de çok anlaşılır bir durumdur. Örneğin, sorunlardan söz etmenin durumu daha da kötüleştirebileceğini düşünebilirler. Genellikle insanlar örneğin intihara eğilimli bir kişiye intihardan söz etmenin, bu konuda bir kanıt olmamasına karşın, o kişinin kendisine zarar vermesini tetikleyebileceğine inanırlar. Gerçekte, genellikle tersi doğrudur. Fiilen hayatlarına son vermeyi düşünecek kadar umutsuzluğa kapılan bir kişiler, öncelikle sıkıntılarının biri tarafından anlaşılmasına ve daha sonra kendilerine yardım edilmesi için tedavi ve ilgiye ihtiyaç duyarlar.

  Aslında, insanların başka insanların yaşadığı zorluklara karşı, sorunların nedenlerini algılama biçimlerine göre tepki vermesi olağandır. Tipik olarak örneğin, obezite gibi (kasıtlı olarak aşırı yemeden kaynaklandığı varsayılmaktadır), kişinin istemli kontrolü altında olduğu düşünülen hastalıklar, suçlama ve reddetme gibi anlayışsız tepkiler doğururlar. Öte yandan, ‘Kişinin kabahatinin olmadığı ve rahatsızlığı olan bir kişinin durumundan sorumluluk taşımadığı’ yolunda bir anlayış gelişirse tepkiler sempatik ve yardımsever bir biçime dönüşür. Diğer bir deyişle, erken evrede birçok aile bireyi için temel olan durumu anlamlandırmaya çalışmaktadır. Bu neden başımıza geldi? Tüm sorunların sebebi nedir? Suçlanacak biri var mıdır? Psikologlar bu eğilimleri ‘atıf kuramı’ ile ilişkili olarak betimlemişlerdir. Ciddi bir ruh sağlığı bozukluğuna sahip olan aile üyesinin davranışlarının kendi kontrolünün dışında olduğunu düşünen aile üyeleri, belirtilerin istemli olarak örneğin “tembellikle” oluştuğunu düşünen aile üyelerine göre durumdan daha az etkilenmektedir.

  Psikotik bozukluğa (ruhsal hastalığa) yakalanmış bir yakını olan ailelerin tepkilerini etkileyen diğer önemli konu da, kişinin iyileşmesi konusunda bir beklentisinin olup olmadığıdır. Bu öncelikle kamu alanında mevcut olan, özellikle de yazılı ve görsel medyadan kaynaklanan bilgi akışından etkilenmektedir. Gazete haberleri ve yazılar ruhsal hastalığın en olumsuz yönlerini yansıttığı için aile üyelerinin ruhsal hastalığı olan insanların kısmi ya da tam iyileşme gösterebilecekleri konusunda çok az bilgileri vardır. Tedavinin imkansız olduğuna inanırlarsa, yakınlarını terk etmeyi seçebilirler. Bu, geçmişte uzun süre tedavi gören ve psikiyatri kurumlarına bırakılan birçok hastanın yazgısı olmuştur.

  

Kaynak:
Thornicroft G. Toplumun Reddettiği Ruhsal Hastalığı Olan İnsanlara Karşı Ayrımcılık, Soygür (Çev.ed.), Ankara: Şizofreni Dernekleri Federasyonu; 2014.

Görsel:
Şizofreni Dernekleri Federasyonu

Toplumun Reddettiği Facebook Sayfası:


Damgalama Aileleri Nasıl Etkiler? Aile Bireylerine Karşı Tepkiler

        Sadece ruhsal hastalığı olan kişilerin değil, aile üyelerinin de anlayışsızlıkların, ön yargılı yaklaşımların ve ayrımcı davranışların hedefi olduğu son 20 yıl içerisinde artan bir şekilde kabul görmüştür. 1989'da Amerika Birleşik Devletleri'nin 20 eyaletinde Ruhsal Hastalar için Ulusal Birliğin (National Alliance for The Mentally Ill —NAMI) yaklaşık 500 üyesinin deneyimleri hakkında bir araştırma yapılmıştı. Üyeler görüşlerini çok açık ve tutarlı olarak belirtmişlerdir. Hemen hemen hepsi, ruhsal hastalığa sahip yakınlarının temel sorununun damgalanma olduğunu belirttiler. Yakını oldukları hastaların üzerinde damgalamanın en çok görülen etkilerinin, özgüvenin zarar görmesi, arkadaş edinme ve sürdürme zorlukları, iş bulma zorlukları ve hastalığı kabullenmekten kaçınma olduğunu söylediler. Kendilerinin deneyimlediği en kötü etkilere gelince, en önemli ciddi sorunların, özgüvenin azalması ve aile ilişkilerinin bozulması olduğunu dile getirdiler. Ruh sağlığı profesyonelleriyle ilgili olarak karışık görüşler belirttiler. Damgalamayı arttırmamalarına rağmen, damgalama ile savaşmada yardımcı olmadıkları görüşündeydiler.

    Beklentilerinin ötesinde, araştırmacılar “yapısal ayrımcılık” olarak adlandırdıkları bir durumla karşılaşmışlardır; bu, örneğin, ruhsal hastalığı olan insanların birçok şekilde bedensel rahatsızlığı olan insanlara verilen hizmetle karşılaştırıldığında kendilerine ikinci sınıf hizmet verildiğini hissetmesini içerir. Araştırmacılar, hasta yakınlarının olumsuz tablosuna, ruhsal hastalığın halkın genelinde oluşturduğu imaj ve bazı psikiyatristler tarafından yaratılan izlenim olduğunu bildirdiler.

    Ciddi ruhsal hastalığı olan biriyle yaşamanın etkileriyle ilgili kaleme alınan yazıların çoğu yazı bunu bir “yük” olarak betimlemiştir. Bununla birlikte, aile bireylerinin rolünü sadece bir yükü omuzlanmak gibi görmek son derece önyargılı bir tutumdur. Bu son derece karmaşık ve çeşitli ilişkileri fazlaca basitleştirmektir ve genellikle ilişkinin bir kısmını oluşturan sevgi ve dostluğu inkar etmektedir. Bu nedenlerle daha önceleri “yük” olarak nitelendirilen bu durum, şimdilerde daha yorumsuz bir ifadeyle “bakım verenin deneyimi” olarak nitelenir. Aile bireylerinin üzerindeki etkilerin olumsuz olduğunu farz etmek nasıl yanlış olabilirse, yakınların kendilerini “bakıcı” olarak görmeyi seçmek istememesi de o denli gerçek olabilir.

    Damgalama aileleri nasıl etkiler? ABD’de, psikiyatri kliniğinde ilk kez kabul edilen kişilerin anne babası ve eşi olan 156 kişilik bir örneklemi bu açıdan inceleyen bir araştırma yapılmıltır.  Aile bireylerinin çoğu kendilerini başkaları tarafından dışlanmış hissetmediklerini söylerken, yakınların yarısı hastaneye kabul olayını gizlemeye çalıştıklarını ifade ettiler. Daha eğitimli ve rahatsızlığa kısa süre önce yakalanan hasta yakınları, başkalarının kendilerinden daha çok kaçındıklarını bildirdiler.

    İlginç olan aile bireylerinin etkilenmesi konusunda yazılan raporların çoğunun, şizofreni tanısı konulan bir kişinin bulunduğu ailelere atıfta bulunmalarıdır (damgalama konusundaki çoğu literatürün gibi). New York’ta gerçekleştirilen yeni bir çalışmada, majör depresyon, şizofreni veya bipolar bozukluk tanısı konulan kişilerin aile bireylerinin 500’ünün görüşleri karşılaştırılmış ve istisnai bir sonuç bulunmuştur. İlginç olan bu üç grup arasında farklılık görülmemiş ancak yok sayma ve önyargının, istisnadan ziyade kural olduğu saptanmıştır. Aile bireylerinin yarısı aşağıdaki beyanlarda bulunmuşlardır.

·        Toplumdaki insanların çoğu ruhsal hastalığı olan üyeye sahip ailelerle arkadaşlık kurmazlar.

·         İnsanların çoğu ruhsal hastalığı olan biriyle yaşayan ailelere tepeden bakarlar.

·         Çoğu aile, eğer aile üyelerinden bir ciddi ruhsal hastalığı nedeniyle hastaneye yatırıldıysa, arkadaşlarının kendilerini sık sık ziyaret etmeyeceklerine inanır.

·         İnsanların çoğu ruhsal hastalığa yakalanmış bir üyesi olan aileleri ziyaret etmezler.

        Çalışma, ruhsal hastalığı olan insanların ve ailelerinin, zorlukları nedeniyle değersizleştirildiklerini hissettikleri sonucuna varmıştır. Diğer bir deyişle, ailede ruhsal hastalığın olması itibarlarını zedelemektedir. Bu konu, özellikle ruhsal hastalığı olan kişilerin ve onlarla ilgili herkesin değersizleştirilmesi durumu söz konusudur.

   Hasta yakınları, ruhsal hastalığı olan bireylerin, acil durumlarda yardım bulabileceklerinden emin olmaları halinde hastalığın aile üzerindeki etkilerinin azaltılabileceğini defalarca söylemişlerdir. Örneğin, Hong Kong’ta hasta yakınları sıklıkla, hayal kırıklığı, anksiyete, benlik saygısında azalma ve çaresizlik yaşadıklarını ancak kriz anında, acil yardım alabileceklerini düşünen ailelerde bu hislerin daha az olduğunu bildirmişlerdir.

 Farklı ülkelerde aileler ayrımcılığa aynı şekilde mi uğruyorlar? Maalesef, bu konuda titiz bir şekilde ve karşılaştırmalı olarak gerçekleştirilen hiçbir çalışma yoktur. Bununla birlikte, farklı kültürlerde, aile bireylerine verilen bazı tepkilerin, hayret verici ölçüde benzer olduğu saptanmıştır. 

Kaynak:

Thornicroft G. Toplumun Reddettiği Ruhsal Hastalığı Olan İnsanlara Karşı Ayrımcılık, Soygür (Çev.ed.), Ankara: Şizofreni Dernekleri Federasyonu; 2014.

Görsel:

dijitalhemsire.net

Toplumun Reddettiği Facebook Sayfası:

https://www.facebook.com/sizofrenisizofreni





Volga Volga Film Gösterimi

 Merhaba,  4 Ağustos Cuma akşamı saat 19:00'de Mavi At Kafe'de film gösterimi var. Bekliyoruz. Katılım için lütfen şu linki doldurun...