İlk staj deneyimimiz için Mavi At Kafeye giderken
arkadaşlarımın kafasında ve tabii ki benim kafamda neler yapabileceğimize dair bir
sürü soru işareti vardı. Tüm bu soru işaretleri stajımızın ilk günü Yasemin
Hanımla ve dernekteki diğer üyelerle konuşunca bir anda netlik kazandı. İlgi
alanlarımız doğrultusunda ne tarz aktivite ve etkinlikler yapacağımızı beraber
şekillendirmeye çalıştık. Bana da bu yolda öncelikli olarak lisans hayatımda
almış olduğum sanat tarihi dersleri yardımcı oldu. Sanat tarihi üzerine belirli
konular hakkında sunum yapmanın iyi olabileceğini düşündük. Bunun için dernek
üyeleriyle beraber onların merak ettiği konuların yer aldığı bir liste
oluşturduk. Listede neler/ kimler yoktu ki: Sürrealizm, kübizm, soyut sanat,
klasisizm, Rönesans ve Barok dönemleri, Joan Miró, Van Gogh, Kandinsky ve diğer
akımlar/ sanatçılar/ dönemler… Merak edilenleri listelemek çok doğru bir hareket
olmuştu çünkü sanatla alakalı sunumların herkesin ilgisini çekmeyebileceğine
dair bazı endişelerim vardı, lakin bu endişelerim daha listeyi oluşturma
aşamasında son buldu çünkü listeye baktığımda sanata ilgisi olmayanların
haberdar olamayacağı sanatçıların ya da akımların yazıldığını görmüştüm. Sonra
ilk haftadan itibaren bu konular hakkında paylaşımlarda bulunmaya başladık. Sunumları
dinleyen herkesin ilgi, dikkat ve isteğini görmek hepimize çok iyi geliyordu.
Elbette herkesin ilgisini çeken sunumlar değişkenlik gösterebiliyordu. Kimi fırça
ile yüz hatlarının nasıl bu kadar gerçekçi aktarıldığına şaşırdığı için İnci
Küpeli Kız’ı, kimi hayal gücünden etkilendiği Picasso’yu, kimi ise manzara
resimleri ile kendi doğup büyüdüğü yer arasında kurduğu bağlantıdan ötürü John
Constable’ın eserlerini daha ilgiyle dinliyor ve üzerine konuşuyordu. Söz
konusu Dalí ve Kandinsky’nin eserleri olduğunda ise herkes muhakkak neler
düşündüğünü söylüyordu, ne de olsa onların eserleri olanı olduğu gibi
aktarmıyordu… Kandinsky’nin şekilleri ve renkleri nasıl kullandığı üzerine
konuşmak güzeldi, Dalí ve eserleri üzerine konuşmak kadar olmasa bile… Salvador
Dalí kesinlikle herkesin ayrı bir dikkatle dinlediği bir sanatçıydı. “Belleğin
Azmi”ndeki tüm bileşenleri teker teker inceledikten sonra Dalí’nin daha az
bilinen eserlerine geçmiştik, hatta onun kısa filmini izlemiş ve üzerine
konuşmuştuk. Resimleri kadar bu kısa filmi de beğenmiştik, oldukça ilginçti. Sonrasında
ise bizi René Magritte bekliyordu.
ceci n'est pas une pipe (bu bir pipo değildir)
Söz
konusu Rönesans olduğunda ise biraz mitoloji bilgisi iyi olabiliyordu.
Botticelli’nin “Venüs’ün Doğuşu” ve “Primavera”sı üzerine konuşurken mitolojik
karakterler hakkında bilgisi olanlar bizimle bilgilerini paylaşıyordu. Bazılarımız
bu konuyla bir hayli ilgiliydik, tanrı(ça)lar hakkında güzel sohbetler ettik. Yavaş
yavaş listenin sonlarına yaklaşırken Batı’daki sanat akımları üzerine
yoğunlaştığımızı fark edip yönümüzü Asya’ya çevirdik. Bu sefer bizi Japon
kültürü ve sanatından Kanagawa Açıklarında Büyük Dalga’nın yaratıcısı
Katsushika Hokusai, günümüzde de oldukça popüler olan mangalar/ animeler ve
ulusal bir telli çalgı olan “koto” karşılıyordu.
“Naruto” ve “Death Note” gibi popüler mangaları inceliyor, kotonun rahatlatıcı tınısıyla huzur doluyorduk. Biraz bizim
kültürümüzdeki kanuna benzediğini konuşuyorduk kotonun. Tabii ki yine ilgili olanlar için dinlediğimiz müziklerin
linklerini birbirimizle paylaşıyorduk.
Resim
sanatının yanında mimari yapılarla ilgili de paylaşımlarımız oluyordu. Bunlar
arasında ön plana çıkan ise şüphesiz Versay Sarayı idi. Görkemli mimari yapısı
ve ihtişamlı peyzaj mimarisiyle bu saray, kimilerinin o an kısaca göz
atabildiğimiz sarayın sanal turu için link istemesi kadar ilgi çekici
bulunmuştu. Kimilerimiz ise Versay’ı İstanbul’daki saraylarla kıyaslamış,
oradaki anılara minik bir ziyaret yapmıştık. Bunlara ek müzikle ilgili
paylaşımlarda bulunduğumuz zamanlar da olmuştu. Konularımız ise jazz, blues ve
ünlü kompozitörlerdi. Bazı teorisyenler “Blues” sözcüğünün anlamının köle
yaşamında mavinin umutsuzluk ya da hüzün gibi duyguları çağrıştırdığından
geldiğini söylüyordu. Oysa bu gerçekten mümkün müydü? Burada mavi; birlikte
olma, saygı, dayanışma, güler yüz, iyi oluş, sevgi, yaşama sevinci ve güzel
olan diğer her şeyle ilgiliydi… Renkler ve bize hissettirdikleri üzerine biraz
konuştuktan sonra jazz ve blues türlerinin tarihi üzerinden kısaca geçmiştik.
Bu bölümler daha az ilgi çekmişti belki ama sıra bu türlerin müziklerini dinlemeye
gelince işler tabii ki baştan sona değişmişti. Bessie Smith, B. B. King, Jimi
Hendrix, Eric Clapton, Ray Charles ve niceleri performanslarıyla eşlik etmişti
bize. Sanıyorum ki en beğenilenler ilham verici yaşam öyküsü ve kendine has
tarzıyla Ray Charles’ın şarkıları ve Clapton’ın Layla’sıydı…
Sözleri bilenler şarkılara eşlik ediyor, bilmeyenler ise ritme
ayak uydurup sözleri anlamaya çalışıyordu. Konu kompozitörlere geldiğinde ise
herkesin mutlaka sayacağı birkaç isim oluyordu: Mozart, Beethoven, Bach, Vivaldi
ve tabii ki Fazıl Say. Biraz da onların bestelerini dinleyip bahara hoş geldin
diyorduk… İşte bizim sanat tarihi maceramız kısaca bu şekildeydi. Herkesin
beğendiği, kendisinden bir parça bulduğu ya da hayretle incelediği eserler farklılık
gösterse de herkesin az ya da çok ilgisinin olduğu bir alandı sanat… Uzun lafın
kısası başta bazı tereddütlerimin olduğu bu sunumları gerçekleştirirken beraber
öğrendiğimiz, eğlendiğimiz, sohbet ettiğimiz ve şarkılar söylediğimiz bu ortamı
çok özleyeceğimin farkına stajımın son zamanlarına geldiğimde daha çok
varıyordum. Mavi At Kafe gerçekten de kafe olmasının yanı sıra kültür, sanat ve
yaşam ortamıydı aynı zamanda… Baştaki tereddütlerimizi daha ilk günden
giderdikleri, dönem boyunca yaptıkları duygu, düşünce ve bilgi paylaşımlarıyla,
meraklarıyla, sıcacık sohbetleri ve daimi güler yüzleriyle bizi ailenin bir
parçası gibi hissettirdikleri ve yol arkadaşlarımız oldukları için herkese çok
teşekkür ederiz. İyi ki varsınız…
Cansu Kaya
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder